Bir düş gördüm dün gece. Bir ülke… Çok uzaklarda. Hiç bir yolun çıkmadığı, hiç kimsenin görmediği. Belki Kaf Dağı’ndan bile uzakta…
Zümrüde gerek yoktu orada, her yer yemyeşil ve yeşilin her tonuyla parlıyordu. Hiç bir ağaç kesilmemiş, hiç bir orman yakılmamıştı.
Altına gerek yoktu, ozon delinmemiş, incelmemiş, güneşin sarı renkleri, uçsuz bucaksız parklarda, ağaçlarda, tepelerde, bağ bozumu harmanlarda, samanda, dolgun sarı buğday başaklarında pırıldıyordu. Sanki her şey parlıyordu gittikçe, çiçekler kışkırmışlar da göğün mavisiyle yarışa girmek için yanıp tutuşuyorlardı. Kokuları buram buram güneşe doğru yükseliyordu. Güllerin altın toz zerrelerinden duyduğu keyfi güneşe sunuyor, güneş can evinden fışkırtıyordu tüm çiçeklere.
Gümüşe gerek yoktu, gümüş gibi tertemiz ırmaklar, nehirler şırıl şırıl çağlıyordu dağların tepelerin arasından, vadileri, ovaları geçip denize, okyanusa kavuşuyordu büyük bir aşkla. Yeşil çimlerin ve yosunların üstündeki çiy damlaları gümüşün çekiciliğine soyunmuştu adeta… Gümüş gibi titriyordu kaynak suları yeraltından fışkırırken bereketli toprakların yüzeyine…
Yakutlara, elmaslara gerek yoktu. Yakut gibi temiz ve güzeldi insanların yüzü, elmas gibi açık ve berraktı kalpleri…
Hayatın sonsuz bahçesi, gökyüzünün sonu gelmez ipine tutunmuş, geçip giden eşsiz bulutlar şekilden şekile giriyordu adeta.
Devasa ormanları kaplayan, sonsuz çeşitteki ağaçların üzerindeki yüzlerce türdeki rengarenk kuşların sesleri, rüzgarın nağmelerine karışmış, toy bir şölen havası tütüyordu buram buram.
Her yer vahşi orkidelerle süslüydü göz alabildiğince. Hiç görmediğim bitki, çiçek ve ağaçlarla kaplı her yer. Börtü böcekler, adını duymadığım vahşi hayvanlar neşeyle dans ediyorlar adeta döne döne. Ben hiç birinden korkmuyorum, biliyorum ki onlar bu gezegenin asıl ve asil sahipleri, beni konuk ediyorlar cömertçe.
Kaynağın ninnisi, rüzgarın tatlı sesine karışıyor, ay ışığında silüetleşen gümüş bulutların hoşnut hoşnut dolaştığı, uzaktan gelen denizin dalgalarının sesiyle adeta raksettiği, kalbimin sevgi ve mutluluk nağmelerinin yankısıyla ne tatlı bir haldeydim…
Sonsuzca uzanan verimli topraklar bin Bir çeşit dolgun başaklarla, sulu üzümlerle, renk renk meyveyle, sebzeyle taçlanmıştı. Ne bir tek çit vardı o sonsuzluğu çevreleyen, ne de tek bir mülk sahibi. Bütün mülk ve doğa onu yaratana aitti ve yaşayan her tür varlığın hizmetine ve kullanımına sunulmuş, bu gezegenden ayrılıncaya kadar sonraki nesillere teslim etmek üzere emanet edilmişti.
Bir tek üzümün tanesini bile yaratamayacağının farkındalığında olan zeki, bir o kadar da zümrüt kalbi olan insan varlıklar, emanete hıyanet edemeyeceğinden, onlara teslim edilen gezegene ve diğer canlı varlıklara, birbirlerine baktıkları gibi bakıyor, sevgi duyuyorlardı.
Biriktirmek, saklamak, stoklamak için değil, aslanlar gibi acıktıkları zaman avlanıyorlar, kalanları diğer canlı varlıklarla, başka insanlarla ve hayvanlarla paylaşıyorlardı.
Mülkiyet ve mal bölüşümü olmadığı için, bütün topraklar herkese aitti, bütün barınakları herkes kullanırdı, bütün hayvanlar serbest, bütün insanlar özgürdü. Her renk insan vardı, her çeşit, dinli, dinsiz, Yahudi, Budist, yezidi. Sevgi, mutluluk, gönenç içinde özgürce yaşıyorlardı.
Ne ast vardı, ne üst. Ne patronlar, ne sermayeler, ne sömürgeler, ne açlık, yoksulluk, sefalet ne de savaşlar. Ne bir silah vardı, ne de bir uçaksavar. Uçaksavar neden olsundu ki zaten? İnsan yarına yaşayacağından habersiz iken, tek bir gözünü yaratamayacağı bir canı, canları niye yok etsin, ya da kıysındı ki? Bir böceği bir sivrisineği nasıl öldürmemeliyse, nasıl yaradana karşı büyük bir sorumluluk ise, insanı hiç öldüremezdi elbette…
Verimli topraklarda birlikte ekip biçiyorlar, hep birlikte bağ bozumu şenlikleri yapıyorlardı. Herkes ihtiyacı kadar alıp yerdi içerdi. Her şey, herkesindi. Dolgun narları, sulu portakalları, kıpkırmızı elmaları, buz gibi derin ve gün ışığı girmeyen mağaralarda saklıyorlardı.
Ne bir teknoloji vardı ne de telefon, televizyon, internet. Ne çaresiz bir hastalık vardı, ne kanser ne de AİDS. Şifacılar vardı, otla çöple tedavi eden şifa veren. Varoluştaki her şey gerçekti, sebzeler, meyveler, toprak, hava, su şifa saçıyordu zaten her varlığa ve gezegenin tümüne.
Bütün gözler gülüyor, bütün kalpler sevginin taşkınlığı ile coşuyordu. Herkes mutlu, huzurlu ve güven içindeydi.
Düşler ülkesinden geri döndüğümde, önce üzüldüm, sonra hüzünlendim, en sonra gülümsedim.
Biliyordum ki her şey zaten bir düş idi bu boyutta ve bu realitede. Hiç bir şeyin gerçek olmadığı, gerçek sandığımız bir holografik evrende yaşıyorduk. Shakespeare’in dediği gibi rüyaların yapıldığı maddeden yapılmakta isek eğer, gördüğümüz her şey bir rüya ise yani ve bir gün uyanacak isek; bu rüyayı hep birlikte görüyoruz demektir, neden güzel rüyalar görmeyi, güzellikleri düşlemeyi seçmiyoruz o zaman?
Neden her günü bayram gibi yaşadığımız düşler seçmiyoruz?… Bu bir ütopya olmaktan çıkmalı ve gerçeğe dönüşmeli… Her düş bir gerçeğin potansiyelini içinde taşır…
Birlik ve beraberliğimizi, huzur, bolluk ve bereket içinde, düşlediğimiz düşler ülkesinde…
Nice bayramlarımız olsun…
Mukaddes Pekin Başdil
Araştırmacı-Yazar
Tükendi
Dikkat: Tükenmek üzere!
Availability date:
uyanış aydınlanma mukaddes pekin başdil mukaddes pekin mukaddes başdil mukaddes pekin başdil mukaddes pekin mukaddes başdil mukaddes mukaddes mukaddes ruhsal rehber kolektif bilinç farkındalık hazartandoğan hakanyedican hakanyılmazçebi abdullahcanıtez bülentgardiyanoğlu ozanpartal sevildeniz cananbekdik cenksabuncuoğlu Bülent Gardiyanoğlu Çağrı Dörter Deniz Egece Zehirli Mikrofon Halil Ata Bıçakçı Erhan Kolbaşı Hasan Hüsnü Eren Prof. Dr. Gazi Özdemir Anette Inserberg Hakan Yedican Ferhat Atik Mustafa Kurnaz Kubilay Aktaş Hazar Tandoğan Alişan Kapaklıkaya Canten Kaya Şanal Günseli Haluk Özdil Binnur Duman Tuna Tüner Eray Hacıosmanoğlu Serpil Ciritci İlhan Berat Yılmam Teoman Karadağ Dr. Ramazan Kurtoğlu Abdullah Çiftçi Abdullah Canıtez Lemurya MU