Rahmetli anneannemin bir bağı vardı Afyon’da, şehirden çok uzakta. Hıdırlık tepesini aşan patika bir yoldan gidilirdi oraya, ne yapılmış bir yol vardı, ne de bir araba ile geçilebilirdi.
Kocaman bağın ortasında, hani o resim derslerinde çizdiğimiz türden, bir de kulübe kalmıştı eskilerden. Bir odalı, iki yuvarlak pencereli, bir baca, bir tahta kapılı küçücük kulübe oldukça eski ve harabeydi. Bağı çevreleyen çitler yoktu, kimsenin bağında bahçesinde çit yoktu, herkes her yerde dolaşabilirdi fakat, insanlar birbirinin özeline saygılıydı. Thomas More’ un “Ütopya” da dediği gibi, keşke ilk çiti yapan, ilk bahçeyi bölüp sahiplenen insana” Hey! Dur bakalım! Bütün bahçeler ve toprak hepimize aittir. Bunu bölmene, sahiplenmene izin yok!” dense idi, dünya bugün daha farklı ve yaşanılabilir olurdu.
Her neyse… Kulübe artık terkedilmiş olduğu için, içinde iki tane kel şezlongla, bir kaç sehpadan başka bir şey kalmamıştı. Bu arada bu sehpaların, şu an ki evimin en kıymetli parçaları olduğunu söylemeden geçemem elbette.
Yaz mevsimlerinde, tencereleri tüpleri elimize alırdık, pazar sabahları, erkenden oraya giderdik. Evden oraya yürümek en az bir saatimizi alırdı. Ama engin dağlar, nefes kesen manzaralar, şimdi alışık olmadığımız kırsal peyzaj ve artık yabancı olduğumuz mis gibi bir havanın çekiciliğinde, yolun uzunluğu ve yokuşluğu ile ilgilenmezdiniz. Toprak, ateş, su ve hava, kendi onuru ve ihtişamı içinde salınırdı o zamanlar ve dalga dalga uzanan yeşil tepelerde kaybolurdu gözleriniz. Muhteşem manzaralar, yeşillikler, çiçekler, lacivert gökyüzü, koyun sürüleri, aşık çobanlar…Doğanın karşısındaki acizliğinizi hissederdiniz o zamanlar. Doğa daha görkemli, daha vahşi ve büyüleyici idi. Ve hatta bazen akşam serinliğinde dağdan süratle inip, dört nala koşturan yabani at sürüsünden korkar, çok uzaklaşmamaya çalışırdık bağdan kız kardeşimle. Gezegen kendi kutsallığı içinde, her coğrafyada, her mevsimde bir başka çekiciydi belki de bize öyle geliyordu kim bilir…
Bağa ulaştıktan sonra, ilk işimiz yarım kilometre kadar yukarıdaki çoban çeşmesinden su doldurmak ve taşımak olurdu. Sonra da ateş için odun toplardık korudan, bu ara da tabaklar dolusu böğürtlen tabi ki. Böğürtlenler her yerde ve her zaman bulabildiğimiz bir meyveydi zaten. Alıç ağaçları, ahlat ağaçları ve yabani armutlar, bademler her yerdeydi.
İşim bitince, özgürlüğümle ve ruhumla baş başa kalırdım. Ve elbette yalnızlığımla… O zamanlar bile, kendimi bulduğum ve kendime ait olduğum, zihnimi ve beni kimsenin çalamadığı bu kutsal dakikaları, oldukça kutsanmış ve özel bulurdum. Yalnızlığımı arar, ama canlı bir yaratılışta olduğum için, bezgin ve hüzün verici bir duygusallıktan uzakta, düş gücümü zorlar, beni çevreleyen her şeye yoğunlaşırdım. Komşu çiftliğin atlarının pisliklerine konup kalkan yeşil parlak kabuklu bok böceklerini izlerdim dakikalarca. Biri konar öteki kalkardı. Bazen daha yakınına gidip pislikleri bile incelediğim olurdu. Bütün bütün arpa ve buğday tanelerini görürdüm içinde. Güzel bile kokuyordu sanki diyebilirim, ne katkılı yemler vardı o zamanlar, ne de GDO’lu arpalar, buğdaylar. Hatta hayvanlar için bile şimdi organik diye kocaman paralarla satılan, uyduruktan organik sebze meyveler ya da kabaktan bozma olmayan, iri siyah çekirdekli hakiki karpuzların kabukları kullanılırdı. Üstelik, o zamanlar biz, aborijinler gibi, yediğimiz karpuzların, meyvelerin, sebzelerin kabuklarını, çekirdeklerini, atıklarını, kuru ekmekleri, hayvan sahipleri alsınlar diye, çöplüklere atmaz, ayrı bir kap içinde, kutu içinde, bahçe duvarlarının üstüne koyardık. Artan yemekler zaten sokak köpeklerinin ve kedilerin olurdu. Çünkü insanlar kızgın, bezgin, kendileri için üzgün veya korku dolu olmadıkları için, bencil ve vurdumduymaz değillerdi. Ruhun doğasının saf ve çıkar duygusundan uzak seyrinde, yalnızca doğa yasaları yönetirdi insanları. Henüz varlıklar sistemi içinde erimemiştiler ki,doğa ile özdeşleşmenin coşkun sevincinde coşarlardı. Bütün herkes kardeşti ve tek bir parçaydı, dünyasal mutluluk planları yaparlardı, bu planlar tüm evreni kapsadığından, herkes, herkesin mutluluğundan mutlu olabiliyordu. Şimdiki aynı apartmanın içindeki yan yana kapıların içindeki, yabanıl yalnızlıklar yoktu, ihanet ve entrikalar, nefretle beslenen kıskançlıklar yoktu, rekabet duygusu ya yoktu, ya da kibarlık ve centilmenlik sınırları dışına taşmazdı, öldüresiye rekabetten habersizdik.
Komşu bağlarda ve sağda solda dolaşıp, değişik taş ve çakıl toplardık. Önce komşu çiftliklerin çocuklarıyla toplanıp beştaş oynardık bunlarla. Şimdiler de çocukların hiç bilmediği bir oyun bu. Ne büyük bir kayıp…
Bir kısmı da toprağın üzerine parmaklarıyla çizdikleri şekillerin üzerinde dama oynarlardı. Bir çeşit basit bir satranca benzeyen bu oyun zihnimizi açar ve çok da eğlendirirdi bizi… Sonra eve dönünce getirdiğim taşları yıkayıp, odamı süslerdim. Hiç bir zaman kimsenin bulamadığı dört yapraklı yoncayı arardık bazen de bağın etrafındaki kırlarda. Bulursam bana şans getirecekti ve dünyanın en şanslı insanı olacaktım, dünyayı gezecektim.
Neyse ki, o zamanlar bir bankanın logosu dört yapraklı yonca idi de, payıma metal bir dört yaprak düştü, dünyayı geziyorum… Arı kovanları olurdu etraftaki boş araziler de. Kelebeklerin peşinde koşan köpekleri izlerdim. Toprağın üzerinde usul usul kayan salyangozları, solucanları deşeleyen kedileri, birbirini kovalayan tavşanları. Kış aylarında, ceylanlar, tilkiler, domuzlar inermiş komşu çiftliklerdeki çocuklar ballandıra ballandıra anlatırdı, biz kışın gitmezdik.
Parlak çiçekler, ferah gölgelikler, dereler, korular, eriyen karların çağladığı küçük şelaleler. Ruhlarımız bu yüzden şimdiki gibi ölgün değildi, şelaleler gibi çağlardık bizler de. Bizi çevreleyen hoş şeylere kapılır, onları seyreder, gözlemler, doğayı varoluşu ve her şeyi sevmek için durmadan yeni nedenler arardık.
Çam ağaçlarının iğne yapraklarını birbiri içine geçirip, zincirler örer, kolyeler- bilezikler, kır papatyalarından taçlar yapardık. Komşu çiftliğin çocuklarıyla ata binerdik, saklambaç, körebe, yakan top oynardık. Hiç bir oyunumuz ya da oyuncağımız elektronik, digital ya da teknolojik değildi. Oyunları da, oyuncakları da kendimiz yaratır, kendimiz bulurduk. O zamanların oyunları da güzeldi, mevsimleri de, yazları da…
Günün sonunda büyük bir haz ve mutluluk içinde kente döner, bir sonraki gidişimize kadar düşlerimizde yaşar ve yaşatırdık.
Şimdi…Otların mağrur, çiçeklerin görkemli ve güzel olduğu günleri geride bıraktık belki ….
Yas tutmak yok…
Artık biz anılarımızla güçlüyüz… Artık biz kendi toprağımızda havalanmak… Kendi ağaçlarımız da yeşillenip, yeniden meyve vermek üzere…
Yazın sonunu bekliyoruz…
Mukaddes Pekin Başdil
Araştırmacı-Yazar
Tükendi
Dikkat: Tükenmek üzere!
Availability date:
uyanış aydınlanma mukaddes pekin başdil mukaddes pekin mukaddes başdil mukaddes pekin başdil mukaddes pekin mukaddes başdil mukaddes mukaddes mukaddes ruhsal rehber kolektif bilinç farkındalık hazartandoğan hakanyedican hakanyılmazçebi abdullahcanıtez bülentgardiyanoğlu ozanpartal sevildeniz cananbekdik cenksabuncuoğlu Bülent Gardiyanoğlu Çağrı Dörter Deniz Egece Zehirli Mikrofon Halil Ata Bıçakçı Erhan Kolbaşı Hasan Hüsnü Eren Prof. Dr. Gazi Özdemir Anette Inserberg Hakan Yedican Ferhat Atik Mustafa Kurnaz Kubilay Aktaş Hazar Tandoğan Alişan Kapaklıkaya Canten Kaya Şanal Günseli Haluk Özdil Binnur Duman Tuna Tüner Eray Hacıosmanoğlu Serpil Ciritci İlhan Berat Yılmam Teoman Karadağ Dr. Ramazan Kurtoğlu Abdullah Çiftçi Abdullah Canıtez Lemurya MU