Arduvaz grisi bir gök altında bunalmış, boğucu bir sıcağın tam ortasında, toz bulutlarının arasında, bitmeyen yaşam kavgasının tükenmişliği içinde erimiş gibiyim adeta. Gerçek değilmiş de bir sulu boya tabloymuş gibi, acemice çiziktirilivermiş, yine de gizemli ve soluk, puslu ve kasvetli bir yaşamın, bir yerlerinde kayboluvermişim gibi. Ya da birilerinin yazdığı, başka birilerinin yönettiği, girip çıkanları benim seçmediğim, gökten düşen uyduruk bir tiyatro sahnesi gibi. Başkalarının yazdığı replikler ve aias sırıtmaları.
Yunan mitolojisinin Sisyphos’u gibi cezalı hissediyorum kendimi bu sıralar. Hani Zeus’un verdiği ceza ileTartaros’da (Cehennem) dik ve yüksek bir dağın tepesine, kocaman bir kayayı yuvarlayarak çıkarmaya mahkum edilmiş Sisyphos gibi. İttire kaktıra, ıkına ıkına kayayı tam tepeye çıkardığında, kaya yeniden aşağıya yuvarlanıyor ya. Sisyphos onu yeniden götürüyor tepeye, tam varınca hoooopp! tekrar aşağıya… Sonsuzca sürüp giden bir eziyet. Bitmeksizin. Milyonlarca kez.
Ya da, Zeus’tan ateşi çalıp insanlara hediye eden Prometheus gibi. Bu yüzden Zeus tarafından cezalandırılıp, Kafkas Dağı’nın tepesindeki kayalıklarda zincire vurulmuştu. Her gece görevli bir kartal tarafından kemirilen karaciğeri, akşama kadar tekrar oluşuyor, sürekli olarak yeniden kemiriliyordu. Neyse ki Herakles onu kurtardı da, içim biraz soğudu.
Prometheus için sevinsem de, sanki bu realiteye sadece çalışmak ve koşturmak, koşturmak ve yine koşuşturmak için gelmişim gibi. Cezalıymışım gibi. Hep birilerine yardım etmek, birilerine bir şey öğretmek anlatmak, illaki vermek ve yine vermekmiş gibi görevim, biteviye sürüp giden bir saçmalık. Birileri mutlu olsun, birileri kırılmasın, kızmasın, çalışmasın ben çalışayım, bir dilim ekmek( ki ömür boyu diyette olduğum için o da yok!), bir bardak su ve tuvalet kağıdı için nedir bu zulüm anlamış değilim.
Sanki büyü yapılmış gibi, beşinci vitese taktığım hayatım. Durmak yok, ara vermek yok, soluklanmak yok. Hep başka birisi mutlu olsun öyle mi? Ben neredeyim acaba?
Bir futbol taraftarı, hala, teyze, anne, abla, iyi bir eş, iyi bir patron, iyi bir meslektaş, iyi bir komşu, iyi bir dinleyici, izleyici, katılımcı olmak zorunda mıyım? Bana sordunuz mu? Hatta benim eczacı olmam bile benim fikrim değildi. Ama sosyolog ve yazar olmak, televizyon yapımcısı olmak, homeopat ve bionerjist ve diğer 8 mesleğin daha sahibi olmak benim fikrimdi, bu yüzden bu işleri yaparken mutluyum ve yorulmuyorum. İki yabancı dili öğrenmek beni hiç üzmedi, sevgiyle ve büyük bir azimle ders çalıştım. Ama bana diretilen tek bir şeyi bile yapmak istemiyorum artık sanki.
Yani taraftar, abla, teyze, patron, komşu vb rollerimden birini oynarken, yüzümdeki maskeyi söküp atasım var. Tiyatrodan kovulmak pahasına. O müthiş kahraman maskesinin altından ne çıkarsa artık, bir erkek, bir ihtiyar, bir kraliçe, çirkin, güzel, cadı, işe yaramaz bir zavallı. Ama gerçek. Erguvanlar içinde sahte bir kraliçe olmaktansa, sefil bir görünümde, ama özgür bir Diyojen olmak yeğdir.
Hay Allah! Ne oldu bana gerçekten bilmiyorum. Güneş tutulmasından mı, dolunay mı, ay tutulması mı bilmiyorum ama bir pathos içinde olduğum ve bir deliliğin eşiğinde olduğum belli. Ha bu arada, bu mübarek tutulmalar sadece bizim ülkeyi etkiliyor, sadece güneş bizim için tutuluyor gibi, bir bu ülke karışıp duruyor, düşüyor kalkıyor, geriliyor, öfkeleniyor. Merkür retrosu da bir tek bu ülkeyi çıldırtıp, kudurtuyor. Nasıl bir merkürse artık…
Zaten anlamadığım bir tek bu var, geriye kalan her şeyi çok bilirim ben… Delilik demişken DesideriusErasmus geldi aklıma yine. Zekasına hayran kaldığım adam. Çılgın dostu Thomas Morus’a ithaf ettiği ” Deliliğe övgü” kitabında deliliği öve öve bitiremez.
“Herkes sana ıslık çalıp yuhlarken, sen kendini alkışlıyorsan, gerisinden sana ne?” der. İnsanın kendini alkışlamasına sebep yalnızca deliliktir. Deli olmak bahtsızlık değildir ona göre. Hatta, insan olmak, doğuşuna, doğasına uygun yaşamaktır. Kendi doğasında olan hiç bir varlık bahtsız değildir. Yoksa insan kuş gibi uçmadığı, dört ayak üzerinde yürümediği, boğa gibi kafası boynuzlarla süslü olmadığı, horoz gibi ötmediği için. Ya da bir eşek börek yemediği, bir at gramer bilmediği için bahtsız olabilir mi? At gramer bilmediği için bahtsız değilse, insan da deli olmakla o kadar da bahtsız değildir. Zira delilik onun doğasına bağlıdır.
Ve müthiş bir ironi ile: ” Ayın küresi üzerine oturup, akıllı ve bilmiş geçinen insanların sonsuz didinmelerine baksaydınız, kavga eden, döğüşen, birbirini kıran, birbirini soyan, eğlenen, divanelikler yapan, doğan, düşüp ölen büyük ve küçük sineklerden bir küme görmüş gibi olurdunuz“ der.
“Kendine bir anlık nefesi bile sağlamaktan aciz olan insanların, afetler ve hastalıklar karşısındaki zavallılığına rağmen, savaşla, yıkımla, iktidarla bu küre üzerinde, ne gibi sahnelere sebep olduğu tasavvur bile edilemez.”
Hasan Celal Güzel, bir gün Bakırköy Akıl Hastanesini ziyarete gittiğinde akıl hastalarından birine sorar: “Siz içeride kaç kişisiniz?” Akıl hastasının cevabı tarihe geçer: ” Peki ya siz dışarıda kaç kişisiniz?”.
Gerçek delilik hangisi acaba? Sizce?
Mukaddes Pekin Başdil
Araştırmacı-Yazar
Tükendi
Dikkat: Tükenmek üzere!
Availability date:
uyanış aydınlanma mukaddes pekin başdil mukaddes pekin mukaddes başdil mukaddes pekin başdil mukaddes pekin mukaddes başdil mukaddes mukaddes mukaddes ruhsal rehber kolektif bilinç farkındalık hazartandoğan hakanyedican hakanyılmazçebi abdullahcanıtez bülentgardiyanoğlu ozanpartal sevildeniz cananbekdik cenksabuncuoğlu Bülent Gardiyanoğlu Çağrı Dörter Deniz Egece Zehirli Mikrofon Halil Ata Bıçakçı Erhan Kolbaşı Hasan Hüsnü Eren Prof. Dr. Gazi Özdemir Anette Inserberg Hakan Yedican Ferhat Atik Mustafa Kurnaz Kubilay Aktaş Hazar Tandoğan Alişan Kapaklıkaya Canten Kaya Şanal Günseli Haluk Özdil Binnur Duman Tuna Tüner Eray Hacıosmanoğlu Serpil Ciritci İlhan Berat Yılmam Teoman Karadağ Dr. Ramazan Kurtoğlu Abdullah Çiftçi Abdullah Canıtez Lemurya MU