Dağınık ve taşkın ruhun, dengesine kavuştuğu mevsimdir kış mevsimi. Bedenlerin değil belki ama gönüllerin altın sükuna kavuştuğu, içimizin okyanusta yeni doğmuş ve henüz ilkbaharı yaşayan bir adanın dinginliğine büründüğü mevsim…

Derme çatma coşkulardan arınmış, olgun elmasların pırıldadığı, yer ve gök ayrımının sona erdiği… Bir yazımda sonbaharı anlatmıştım geçenlerde. Fakülteden bir arkadaşım Müslüm, o makaleyi okuduktan sonra, bana şöyle bir mesaj attı ki hiç değiştirmeden yazıyorum:

“Yüreği ve kalemi güzel insan. Arayış içinde iken, bakış açısı gizle değil temiz bir ruh ile olunca kış mevsimini de seveceksiniz. Ölüme yakın, ömrünün kışında üşürken, titreme yaşar ya insan bir sıcaklık hisseder bedenin ruhunda ki aşk ile özünü batıni aleme aktarmak ister. Eminim o gün ölümün güzelliğini yazacaksın”.
“Varlıkta yok olmanın tadına varmış olduğunu sanıyorum. Bana ruhunu arındırırken kullandığın filtreleri söyle . Beden ülkende ki gönül sarayının hazinesinde hazineyi anlat . Altında yaşadığın sevgi ağacının yemişlerinin lezzetini tarif et . Sıradan insanlarla sohbetini değil kendi kendine içine en derinine özüne olan sohbetini anlat. Madde alemini değil, mana alemini aktar. Boyandigim renk kalmadı kırk renk imiş Allah. Adı ile müsemma Mukaddes bana BEN i anlat…”.

Bu güzel insana söz verdim, ona BEN’i ve insanın son mevsimi ve evrenin son mevsimi olan “KIŞ” anlatacaktım…
Ertesi günü de gül yüzlümün, biricik halacığımın gidişiyle tarif edilemez bir acıya büründüm. Oldukça ağır bir ruh hali içindeyim. Kalp taşkınlıkları ve acı yaratan duygu selinin ortasında sürüklenirken, ölümün şakasının olmadığının farkındayım. Ruhumun buzları ne zaman çözülmeye başlar bilmiyorum ama bu hayatın holografik bir yalan olduğuyla sarsıldım bir kez daha. Ama derinlerde bir yerde ruhumda, yaşamanın farkına varacak yeni ve içli kuvvetlerin filizlendiğini duyunca umuda kapılmıyor da değilim.

Ölüm de kış mevsimi gibi havasız ve güneşsiz kalmış gibi hissettirir bizi. Özlemlerin en soylu olanıdır soylu bir ölüm, her ruh için. Sonsuzca yaşayan zoraki varlıklar olmak ne çok acı verirdi oysa ki. Hayat armağanının en güzel yanı ölümle süslenmesidir bence. Ölüm olmasaydı yaşam bu kadar lezzetli ve güzel olur muydu?

Hayat yemeği yendi bitti ise kırıntılarla oyalanmak var. Ama bu varlığın sonsuzluğunu tadan için gereksiz bir şey. Ruhunun dilini bilen için gereksiz bir laf. Hava alma, serinleme isteğiyle yanan bir ruh için hapsolmak bu! Taşkın ruhlar için, ölümsüzlüğü içen ruhlar için, bu realite kendiliğinden var olduğu kadar güzel.
İşte kış günleri geldi. Karanlık dünyanın ışıklı göğe ancak bir dekor teşkil ettiği bu güzel mevsimde, güneşin pırıltısı daha çok davet edici değil mi yaz mevsiminden?

Bir ağaç da ölümü yaklaştığı zaman, bütün yapraklarıyla sabah kızıllığının rengine boyanır. Hayatın güz mevsimlerinden sonra gelen kış gibidir ölüm…Sonbahar bitimindeki olgun üzümler gibi. Yetkin insan bunu bilir.
Bizi biz yapanın ölüm olduğuna ve ancak kendi erkin isteğimizin bizi dünyayla bu kadar içten bağladığına inanıyorum.

Bu dünya, ta başlangıcından beri, bütün varlıkları içlerinden gelen tatlı bir zorla birlik ve anlaşmış bir hayat yaratmaya çalışmasaydılar, bu ne tatsız bir dünya olurdu, ve ne soğuk? Ölüm olmasaydı da, ne ruhsuz ve bozuk düzen bir iş, bir eser olarak kalırdı?

Yaz mevsiminden sonraki kış mevsimi, sonrasında yine ilkbahar olduğu gibi, biteviye dönen yaşam tekerliği üzerindeki ruh da ölümsüzdür. Her şeyin içindeki o alan denilen, birleşik alan denilen, kollektif alan denilen % 99.99 olan kaos, o boşluk, her insanda ve canlıda birdir. Bu, Ben size kendi nefesimden üfledim.” diyen rabbin bize armağanıdır. Hepimizin ÖZ’ü bir ve ölümsüzdür. Ruh ölümsüzlüğümüz, beden bu realitede giydiğimiz ve kullandığımız elbise gibidir. Zamanı gelince bırakıp gittiğimiz. Ancak ruh ölümsüz olan yanımız, birlik bilincimizde sonsuzca yaşamaya devam eder, Yunus’un “Bir BEN var içerde, BEN’den içre” dediği gibi. Hallac El Mansur’un “En-el Hak!” dediği gibi, ne kutludur o BİR’liğin tatlı şerbetinden içenler…

Hölderlin’in umut verici sözlerini çok severim ölüme dair: “Elbet, içinde kendine vergi bir canlılık tohumu olmayınca tek bir ot bile büyüyüp gelişemez! Bunu canlının içine koyan yaradanın bana verdiği yüksek anlamla kendimi erkin ve öncesiz duyduğum içindir ki sonsuzluğuma ve ölmezliğime inanıyorum. Bir çömlekçi yaptığı kabı keyfince atıp parçalayabilir. Ama canlı olan şeyin böyle bir eser değil, daha tohumundan ilahi bir yaradılış olması gerek. Öyle ilahi bir yaradılış ki, bir gücün, bir sanatın erişmeyeceği kadar yüksek ve bunun için ilişilmez ve sonsuz.”

Mukaddes Pekin Başdil

Araştırmacı-Yazar

Kaynak: Denizli Haber

uyanış aydınlanma mukaddes pekin başdil mukaddes pekin mukaddes başdil mukaddes pekin başdil mukaddes pekin mukaddes başdil mukaddes mukaddes mukaddes ruhsal rehber kolektif bilinç farkındalık hazartandoğan hakanyedican hakanyılmazçebi abdullahcanıtez bülentgardiyanoğlu ozanpartal sevildeniz cananbekdik cenksabuncuoğlu Bülent Gardiyanoğlu Çağrı Dörter Deniz Egece Zehirli Mikrofon Halil Ata Bıçakçı Erhan Kolbaşı Hasan Hüsnü Eren Prof. Dr. Gazi Özdemir Anette Inserberg Hakan Yedican Ferhat Atik Mustafa Kurnaz Kubilay Aktaş Hazar Tandoğan Alişan Kapaklıkaya Canten Kaya Şanal Günseli Haluk Özdil Binnur Duman Tuna Tüner Eray Hacıosmanoğlu Serpil Ciritci İlhan Berat Yılmam Teoman Karadağ Dr. Ramazan Kurtoğlu Abdullah Çiftçi Abdullah Canıtez Lemurya MU