Çu Hanedanlığı’nda acımasızlığı ve zalimliği ile ünlü kanlı bir komutan varmış. Bu komutan öyle korkusuz ve gözü pek biriymiş ki bütün hanedanlıkta yaşayan insanlar, onun adını bile işittiğinde korkuyla ürperirlermiş. Ama bu korkusuz sanılan komutanın da bir zaafı ve korkusu varmış. Aile yadigarı 3000 yıllık bir çay fincanı…

Kanlı komutan, aileden aileye miras kalan bu fincanı çok severmiş ve kaybetmekten korkarmış.

Bir gün, çok kanlı bir savaştan evine dönmüş. Çok yorgun ve bitkinmiş. Tam ceketini çıkarırken, ceketin kolu hemen oracıktaki küçük bir sandukanın üzerinde duran fincana dokunmuş ve fincan yavaşça yere doğru düşmeye başlamış.

Kanlı komutan, hemen fırlamış, atmış kendini yere ve havada yakalamış fincanı. Kan ter içinde kalmış. Kalbi küt küt atıyormuş…

“Vayyy” demiş kendi kendine, “vayy! Kanlı komutan! Korkusuzluğuyla ünlü komutan! Demek sen de korkuyormuşsun!”

Hala iki eliyle birlikte sıkı sıkı tuttuğu fincana bakmış. “Al o zaman!!!” demiş ve çarpmış fincanı duvara…

Fincan tuz buz olmuş. “İşte şimdi özgürsün!!!”

Çok sevdiğim bu hikayeyi bana, yıllar önce Denizli’de Çin Restaurantı’nı çalıştıran yakın dostum Zifan anlatmıştı ve ben de defalarca anlattım her yerde. Herkes özgür doğar çırılçıplak, ama herkes tutsak olarak ölür. Yaşam başlangıçta her ne kadar doğal ve özgür olsada, sonraki sahiplenmeler ve kaybetme korkuları insanı tutsak yapar. Serbestlik, doğallık ve kendiliğinden varoluş kaybolur. İnsan kendi çevresinde dağlar yükseltmeye, sıradağlar kurmaya, çemberler çizmeye başlar. Giderek daha da katılaşır, daha da korkmaya başlar, varlığın özgürlüğü kaybolur. Giderek kendi içsel merkezinden uzaklaşır, yüzeyselleşir, tepkiselleşir…

Osho’nun anlattığı bir sufi hikayesini hatırladım:

Bir sufi seyahat ediyormuş. Gece karanlık olmuş ve derviş yolunu kaybetmiş. O kadar karanlıkmış ki, nereye gittiğini bile göremiyormuş. Sonra birden bir adım atmış ve ayağı boşluğa gelmiş. Bir dala tutunarak düşmekten kurtulmuş ama çok korkuyormuş. Karanlıkmış, aşağıda neler olduğunu, çukurun ne kadar derin olduğunu bilmiyormuş. Gece soğukmuş. Yardım istemek için bağırmış ama kimse duymamış. Elleri donmaya başlamış ve tutunmak giderek zorlaşıyormuş. Yavaş yavaş elleri gevşemeye başlamış. Ölüm kesinlikle çok yakınmış; her an düşüp ölebilirmiş. Nihayet dalın ellerinin arasından yavaş yavaş kaymaya başladığını hissetmiş. Tutunmanın bir yolu yokmuş, düşmekten başka yapacak bir şey kalmamış. Ancak düştüğü anda…

Derviş dönerek dans etmeye başlamış! Çukur falan yokmuş, yere basıyormuş. Oysa bütün gece sıkıntı çekmiş…

Bizim durumumuz da bu. Yüzeyi bırakırsak kaybolacağımızdan korktuğumuz için, yüzeye tutunmaya devam ediyoruz. Aslında yüzeye tutunduğumuz sürece kayboluyoruz. Derinlikler karanlık, zemini göremiyoruz; yüzeyden başka hiçbir şeyi göremiyoruz.

Kendi içimizdeki, varlığımızın derinliklerine korkmadan bir kez inebildiğimizde, bilincin niteliği ve farkındalık değiştiğinde, yaşamın sadece bir oyundan ibaret olduğunu keşfettiğimizde ne korku vardır artık, ne çatışma, ne egosal şeyler…

William Shakespeare’in dediği gibi:” Dünya bir tiyatro sahnesidir, sadece sahneye girip çıkan kadınlar ve erkekler değişir.” Dünya sadece bir oyun alanıdır ve okuldur. Herkes bir gün mezun olup gider gibi. Ve yine onun dediği gibi ” rüyaların yapıldığı maddeden yapılmaktayız” yani uyanınca her şey biter…

Bazen hoş rüyalar görürüz, bazen de kabus. Sanki koca bir ömür geçmiştir orada. Kan ter içinde, hatta ağlayarak ya da kendi bağırmalarımızla uyanırız, ama bir saniye bile sürmemiştir rüya aslında. Bu dünyada gerçek olan sadece kendi içsel varlığımızdır. Önce insan hikayedeki gibi, korkudan öleceğini sanabilir. Ama yolu bir kez öğrendiğinde, huzur oradadır. Kendinden başka bir yere gitmiyorsun, uzak bir yol da değil…

Okyanusların yüzeyi ne kadar dalgalı olursa olsun, dibi daima dingindir. Yüzeyde hep dalgalar, çılgın gürültüler, sürekli bir mücadele vardır. Derinler sakin, sessiz, çatışmasız, zorlamadan akan bir ırmak gibidir.

İçe nasıl gidileceğini, kendine doğru nasıl adım atılacağını bir kez öğrendiğinizde, korkular ve yüzey kaybolur, sadece iç ve huzur kalır. Dışarıdaki seslerin hepsi ahenkli olur artık…

Mukaddes Pekin Başdil

Araştırmacı-Yazar

Kaynak: Denizli Haber

uyanış aydınlanma mukaddes pekin başdil mukaddes pekin mukaddes başdil mukaddes pekin başdil mukaddes pekin mukaddes başdil mukaddes mukaddes mukaddes ruhsal rehber kolektif bilinç farkındalık hazartandoğan hakanyedican hakanyılmazçebi abdullahcanıtez bülentgardiyanoğlu ozanpartal sevildeniz cananbekdik cenksabuncuoğlu Bülent Gardiyanoğlu Çağrı Dörter Deniz Egece Zehirli Mikrofon Halil Ata Bıçakçı Erhan Kolbaşı Hasan Hüsnü Eren Prof. Dr. Gazi Özdemir Anette Inserberg Hakan Yedican Ferhat Atik Mustafa Kurnaz Kubilay Aktaş Hazar Tandoğan Alişan Kapaklıkaya Canten Kaya Şanal Günseli Haluk Özdil Binnur Duman Tuna Tüner Eray Hacıosmanoğlu Serpil Ciritci İlhan Berat Yılmam Teoman Karadağ Dr. Ramazan Kurtoğlu Abdullah Çiftçi Abdullah Canıtez Lemurya MU